Paul Auster: ‘Yazarlık yaşamak için berbat bir yol’
9 mins read

Paul Auster: ‘Yazarlık yaşamak için berbat bir yol’

Çağdaş Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Paul Auster, geçtiğimiz günlerde aramızdan ayrıldı. Bir yazar olmanın, sadece kitap yazarak geçinmenin nelere mal olduğunu bilen biri olarak Auster, rüştünü ispat etmeden evvel parasızlık, belirsizlik, başarı ve gelecek kaygılarıyla dolu bir hayat geçirdiği için yazar olmak isteyenlere bir seferinde şunları söyledi: “Genç yazarlarla konuştuğumda onlara çoğunlukla, ‘Yapmayın, yazar olmayın,’ diyorum. Bu, yaşamak için berbat bir yol. Yoksulluk, belirsizlik ve yalnızlıktan başka elde edeceğiniz bir şey yok. Eğer tüm bunlardan zevk alıyorsanız… O zaman buyurun ve yapın.”

1947’de Amerika’da doğdu Auster. Orta gelirli bir aile mensuptu ama babası çok zor zamanlar geçirmiş olduğu için eli sıkı biriydi. Auster’in tarifiyle, “yokluğun, yoksulluğun anılarından kurtulamamıştı ve koşullar değişip durumu düzeldiği halde, buna bir türlü kendini inandıramıyordu”. Babasının aksine, annesi çok savurgandı. O da yokluktan kurtulduğuna kendini ancak böyle ikna ediyordu. Auster onun alışveriş tutkusuna dair de şöyle yazdı: “Tanımlanamayan arzular, elle tutulamayan gereksinimler, dile getirilemeyen özlemler, yazarkasanın bir yanından girip öte yanından gerçek şeyler, elle tutulabilir nesneler olarak çıkıyordu.”

Auster çok küçük yaşlarda çalışmaya başladı. Kışları kar küreğiyle, sonbaharlarda tırmıkla kapı kapı gezip bahçelerdeki karları, yaprakları temizleyerek harçlığını çıkarıyordu. Bunun dışında limonata satıcılığından çıraklığa kadar bir sürü şey yaptı. Ne de olsa “para hiçbir zaman yalnızca para demek değildi. Para her zaman bir başka şeydi, her zaman daha başka bir şeyler demekti ve son sözü de hep o söylüyordu”.

‘ARTIK DÖNÜLECEK BİR YER YOKTU’

Bitmek bilmeyen kavgalar, tatmin olmayan beklentiler sonucunda anne ve babası boşandığında da, 15-16 yaşlarında yazar olmaya karar verdiğinde de, okul hayatı boyunca da para hep en son sözü söyledi ama Auster kafasına koymuştu bir kere: Paranın kölesi olmayacaktı. Sabah dokuz akşam beş bir işte çalışmayı düşünmek bile midesine kramplar girmesine sebep oluyordu. Bu yüzden geçici işler yapıyor, sürekli geziyor ve bir şeyler yazmaya çalışıyordu. Tabii bunda değişen koşullarının da payı vardı: “Sorun benim evi terk etmek üzere oluşum değildi, evin kendisi yok olmuştu. Artık bir yerlere gidip de sonunda dönülecek bir yer yoktu; yapılacak tek şey çekip gitmekti.”

Tabii bu tercihin bir bedeli vardı: Kötü işlerde çalışıyor, kötü yerlerde yaşıyor ve kendini günden güne mutsuz hissetmeye başlıyordu. Ancak gençliğin verdiği enerji ve ideallerine olan bağlılığı düşüp kalmasına engel oluyordu.

Edebiyat çalışmalarına şiirle başladı. Biraz para kazanmak, biraz da çevre yapmak için sonra buna çeşitli dergilere, gazetelere yazdığı kitap eleştirileri ve çeviriler eklendi. Hatta tiyatro yazarlığına da yine bu sıralarda merak saldı. Hasılı her yere girip çıkıyor ve sürekli bir şeyler karalıyordu.

O yıllarda Paris’te yaşıyordu. Üniversite eğitimi için geldiği Paris’te katı bir eğitim sistemiyle karşılaşınca okulu bırakmıştı gerçi ama Paris’te kalmayı sürdürdü. Sonraki yıllarda Amerika’ya dönse de Paris aklında da, yaşamında da var olmaya devam etti.

‘PARADAN BAŞKA BİR ŞEY DÜŞÜNEMİYORDUM’

İlk evliliğini yazar Lydia Davis’le yaptı. Parasız ve çalışkan insanlar oldukları için ikisi de hayatlarını çeviriden kazanıyorlardı. Yayınevlerinden gelen ucuz, ticari kitapları ortadan yırtıp paylaşıyor ve aynı anda çevirmeye başlıyorlardı. Ancak sürekli çalışmalarına rağmen doğru düzgün bir şey kazanamıyorlardı.

Auster ilk çocuğunu kucağına aldığında büyüdüğünü, olgunlaştığını fark etti. Düne kadar sadece kendi geçiminden sorumlu olduğu için eski hayatına daha fazla devam edemezdi. Düzenli bir işe girmesi, düzenli şekilde para kazanması gerekiyordu ama bu sefer de istediği gibi bir iş bulmakta zorlanıyordu. Yeterli parayı kazanması için de daha fazla çalışması gerekiyordu. İşte o anda, yıllar önce “paranın kölesi olmama” adına aldığı kararın, onu daha fazla köleleştirdiğini gördü. O dönemki ruh halini şöyle yazdı: “Kendimi kapana kısılmış gibi hissediyor, bir çıkış yolu bulamıyordum. Ömrümü parayı kendime dert edinmeme çabasıyla geçirmiştim; oysa şimdi paradan başka bir şey düşünemiyordum.”

İşten arta kalan zamanlarda yazmak için doğru düzgün vakit bulamıyordu. Masanın başına oturduğundaysa yayınlanması için değil, buruşturup çöpe atmak için bir şeyler yazıyor gibi hissediyordu. Zamanının kısıtlı olası onu daha da gergin biri haline getiriyordu.

Lydia Davis’ten boşanması ve babasını kaybetmesi Auster’i ikinci bir olgunlaşma dönemine soktu. Bu yıllarda babasına dair çeşitli denemeler yazdı ve her yazdığında aslında kendini anlattı. Yıllar önce üniversite Christopher Smart Ödülü için bir yarışma düzenlemişti. Ancak bu yarışma başarıya değil, başarısızlığa ödül veriyordu. Hayatında “büyük tökezlemeler yaşayan, görkemli düşüşler gören, tabiri caizse kendi kendine sabote eden” insanlardan bunları yazılı olarak anlatmasını istemişti. Peki, şimdi kendi kendine bu ödülü verebilir miydi?

‘BEN DEDEKTİF PAUL AUSTER’İM’

Auster karanlık bir ruh olarak bir şeyler yazmayı sürdürürken bir gün aklına bir polisiye roman fikri geldi. O vakte kadar okuduğu romanlarda, sonradan cinayet olduğu çıkan intihar olayları çok sık işlenen bir konuydu. Auster de bunu tersine çevirmeyi denedi. İlk etapta cinayet sanılan bir intihar romanı yazmaya başladı. Bulduğu fikir onu heyecanlandırdığı için de kitabı bir iki ayda bitirdi. ‘Köşeye Kıstırmak’ adını verdiği romanına Paul Benjamin olarak imza attı.

Bu kitabı edebi kaygılardan ziyade para için yazmıştı ama uzun zaman yayıncı bulamaması onu daha da karanlığa itti. Nihayetinde bir yayıncı bulup bastırdığında da beklenen satışa ulaşamadı. 900 dolarlık bir telif aldı, o kadar.

Cam Kent New York Üçlemesi 1, Paul Auster, Çevirmen: İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2017.

Kendi ismiyle yayınladığı ilk romanı ‘Cam Kent’se bir tesadüf sonucu ortaya çıktı. Bir gün Auster’in telefonu çaldı. Karşıdaki ses, “Pinkerton Ajansı’yla mı görüşüyorum?” diye sordu. Auster, “Hayır,” deyip kapattı. Ertesi gün adam yine aradı ve yine hayır cevabını aldı. Auster telefonu kapatınca, “Keşke o ajansın dedektiflerinden biri olduğumu söyleseydim,” diye düşünmeye başladı. Hatta, bir daha ararsa böyle söyleyip adamla biraz konuşmaya bile karar verdi. Ne var ki adam üçüncü kez aramadı.

Auster de ‘Cam Kent’i işte böyle kurdu. Onun dünyasındaki adam üçüncü kez aynı numarayı çevirdi ve dedektif Paul Auster’i sordu. Evet, Auster kendi adını kullandı ama telefonu açıp böyle bir “oyun” oynamaya karar veren karakterin adı Quinn’di ve Quinn, üçünü kez telefonu açtığında, “Evet, ben Dedektif Paul Auster’im,” dedi.

İşin tuhaf kısmıysa ‘Cam Kent’in yayınlanmasının üzerinden 10 yıl geçtikten sonra gerçekleşti. Bir gün telefonu çaldı ve karşıdaki adam, Dedektif Quinn’le görüşmek istediğini söyledi. Auster ilkin biri onunla oyun oynuyor sandı ama yaşadığının gerçek olduğunu biliyordu. Adeta dili tutuldu, yanlış numara diyerek telefonu kapattı. Yaşadığı tesadüfün etkisinden uzun müddet kurtulamadı.

Auster’in kitaplarında tesadüfün yeri büyüktür zaten. Sonra bu tesadüfler önüne geçilemeyecek bir dizi olayın başlangıcını oluşturur. Tıpkı hayat gibi. Ve yine tıpkı hayat gibi, Auster’in en önemli karakterlerinden biri de baba figürüdür. Öyle ki babanın fiziksel veya duygusal eksikliği bir tema halini alacak kadar büyük bir yer kaplar. Genelde başarısız olan, hiç yoksa bunun korkusunu çeken ana karakterler de zaman zaman prestijlerini, zaman zaman paralarını, zaman zaman da anlamlarını kaybederek savrulurlarken, Auster bizi hayata dair bir dizi soruyla baş başa bırakır. Onu Çağdaş Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından biri haline getiren şey de budur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir